Facebook

This is default featured slide 1 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.This theme is Bloggerized by Lasantha Bandara - Premiumbloggertemplates.com.

This is default featured slide 2 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.This theme is Bloggerized by Lasantha Bandara - Premiumbloggertemplates.com.

This is default featured slide 3 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.This theme is Bloggerized by Lasantha Bandara - Premiumbloggertemplates.com.

This is default featured slide 4 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.This theme is Bloggerized by Lasantha Bandara - Premiumbloggertemplates.com.

This is default featured slide 5 title

Go to Blogger edit html and find these sentences.Now replace these sentences with your own descriptions.This theme is Bloggerized by Lasantha Bandara - Premiumbloggertemplates.com.

31 Aralık 2013 Salı

Gündüz Akgül: Ben Yokum…

Aydınlığın karartılmak istendiği,
Yolsuzluk savlarının diz boyuna çıktığı,
Hukukun üstünlüğünün değil, egemenlerin hukukunun uygulandığı,
Hak ve özgürlüklerin yok sayıldığı,
İftira ve çamur atmanın geçer akçe olduğu,
Bana değmeyen yılan bin yaşasın dendiği,
Kullanılan yasal hakların suç olarak cezalandırıldığı,
Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün kurtarıcımız olduğunun inkâr edildiği,
Yargı bağımsızlığının olmadığı,
Basın özgürlüğünün yasaklandığı,
Yandaş olmayanların ötekileştirildiği,
Aydınların çeşitli kumpaslarla ceza evine atıldığı,
Yerde ben yokum arkadaş.
Benim gibi düşünenlere bu olumsuzlukları yaşatan 2013 yılının yerini gelecek 2014 yılına hoş geldin diyorum.
Ben yokum diyenlerin sayısının ülkede %70-80 civarında olmasına karşın, birleşip güç oluşturmak ve iktidar olup bunları bizlere yaşatmamak yerine, küçük gruplar halinde siyaset yapmalarını ve muhalefete mahkûm olmalarını anlayamıyorum.
Atalarımız ne demişler “Bir elin nesi var, iki elin sesi var.”
2014 ve 2015 yıllarında önümüzde üç seçim var. Aklımızı başımıza toplayıp birleşmediğimiz takdirde, aynı olumsuzlukları yaşamaya devam edeceğimizi şimdiden haykırarak söylüyorum.
%1 ve 2 civarında oy alan ve seçim barajını aşamayan siyasi partilerin Genel Başkanları sizlere sesleniyorum.
Kartvizitlerinizde yazılı Genel Başkan egosundan kurtularak bir şemsiye altında birleşmezseniz bu geminin batmasına neden olacaksınız.
Unutmayın ki hepimiz ayni gemideyiz. Tarih sizi affetmeyecektir.
Hep bir ağızdan “ben de yokum” diye bağırarak birleşme kervanında yerinizi alınız.
Atı alan Üsküdar’ı geçince iş işten geçmiş olacak.
Yeni yılda herkesin şapkasını önüne koyup düşünmesi, “Birleşmeye bende varım” diye sesini yükseltmesi, çocuklarımızın aydın geleceği için kaçınılmaz hale gelmiştir.
Ben yokum dedirtecek olayların yaşanmaması dileği ile tüm yurttaşların yeni yılı kutlu olsun.

01.01.2014
Gündüz AKGÜL
Emekli Cumhuriyet Savcısı

Balbay esareti anlatıyor: Davayı sorgulamayanların hiç mi suçu yok?

Balbay’la bugüne kadar cezaevine nasıl girdiğini, orada nasıl yaşadığını, çıktıktan sonra neler hissettiğini konuştuk. Şimdi sıra geldi Ergenekon davasıyla ilgili süreç ve siyasi değerlendirmelerine...
4 yıl 278 gün sonra özgürlüğüne kavuşan bir insana bunu sormak kolay değil ama üç kritik soruyu arka arkaya sıraladık Balbay’a “1Balbay’ın hiç mi suçu yok?” “2Pişmanlık duyduğu hiç mi bir şey yok?”, “3 Sizin açınızdan yaşanan hukuksuzluklar temel olarak nelerdi?” Anlatıyor:
‘Balbay’ın hiç mi suçu yok’ diyenlerin öncelikle bu davayı sorgulamalarını dilerdim. Bu ana kadar benimle söyleşi yapan birçok gazete, televizyon oldu. Kimseyi özellikle hedef almıyorum, ama ‘Süreçteki hukuksuzlukları sıralar mısınız?’ diye soran olmadı. ‘Onu biliyoruz, geç’ diyorlar... Herkes yargılamadaki hukuksuzluğu kanıksamış, ‘Ya bu kadar suçlama var, biri bile doğru değil mi?’ demeye başlamış. Bu, Nasreddin Hoca’nın ‘Hırsızın hiç mi kabahati yok’ demesine benziyor. Bana bu soruyu soranların, en azından ‘Balbay’ı yargılayanların hiç mi kabahati yok’ diye sormaları gerekirdi diye düşünüyorum. Ben şimdi, dört gözle gerekçeli kararı bekliyorum. Bu satırları okuyanlar, ‘3 bin saat hâkim karşısında kaldın’ demesinler. Gerekçeli karar çıktıktan sonra asıl hukuk mücadelesi ortaya çıkacak. Ben ilk günden beri, kendimden adım kadar eminim. O kadar vicdanım rahat ki, beni sevenlerin, bana inananların ‘Acaba gerekçeden sonra söyleyecek sözümüz kalmaz mı?’ diye düşünmemelerini dilerim. Çünkü ben gerekçeli karardan sonra çok daha net konuşacağım. Neyi suç olarak görmüşler, neyi görmemişler anlayacağız.”

Yakın diyalog diye bir suç var mı?

“Ankara’da belgeden suç üretmeye başladığınız zaman, dışarıda gazeteci kalmaz” diyen Balbay, benzer haberlerden bir dönem “devleti çökertme suçu”, başka bir dönem ise “demokrasiyi yüceltme” anlamı çıkarıldığını belirtirken devam ediyor:
“Bence bu dönem henüz tartışılmaya başlanmadı bile. Çünkü daha dönemin içinden geçiyoruz. Benim durumum şu; tıpkı 2003-2006 arasında Türkiye’nin nasıl gerilimlerin içinden geçtiğini cesaretle yazdımsa, şimdi de bu yargılamaların yargılama olmadığını aynı cesaretle haykıran
benim. Ben mesleğime inandım ve geldiğim bir ekol var, Uğur Mumcu ekolü. Belgecilikte ve yurtseverlikte Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı ekolünden geldim. Onlarla birlikte büyüdüm. Mumcu’nun mesai arkadaşı, Kışlalı’nın oda komşusu oldum. Hatırlarsanız, Güldal Mumcu, ilk tutuklanmamda ‘Bu tabloda Uğur Mumcu da Ergenekon’dan tutuklanabilirdi’ dedi. Benim gazetemde çıkan manşetlerimden, kitaplarımdan birini çıkarsınlar ve desinler ki, ‘Balbay senin şu faaliyetin hükümeti devirmeye yönelikti.’ Ama eğer ‘sen şu manşetle falanca kişinin ekmeğine yağ sürdün’ diyorlarsa, bilmeliler ki her manşetin sevindirdiği, kızdırdığı insanlar vardır. Mesela askerle samimi olmak... Sormak isterim. ‘askerle samimi olmak’ diye bir suç mu var? Yakın diyalog diye bir suç mu var? Ben, karşılaştığım herkesle selamlaşırım, insani ilişki kurmaya çalışırım. Günter Wallraff’ın bir kitabı var ‘En Alttakiler’ diye. Wallraff, o kitap için Türklerle madene girdi, garsonluk yaptı, çöpçülük, dönercilik yaptı. Yani bir şeyi iyi tanımanız için onunla temasınız olması lazım. Ben bütün siyasilerle, bürokratlarla, askerlerle haber alma kaygısı dışında hiçbir şey gütmeden temas kurdum.”


Asıl AKP bana darbe yaptı

 Balbay, katıldığı toplantıların, etkinliklerin de sorguda karşısına çıktığını anlatırken şöyle devam ediyor:
“Savcı tutukluluk kararının açıklanacağı zaman aynen şunu söyledi; ‘Ankara’nın bütün protokollerinde varsın, nasıl oluyor bu?’ Ben katılabildiğim kadar çok toplantıya, sofraya katılmaya çalışırdım. Mesela bir sofra... Müsteşar, yüksek yargı mensubu ağırlıklı ya da belediye başkanı, eski bakan, emekli asker ağırlıklı bir sofra. Orada diyelim ki AB ile ilgili bir konu gündemdeyse, o konuya yakın bir bürokratın yanına sandalye çeker otururdum. Herkes şunu derdi; ‘Bu haftaki haber onda.’
Konuşmanın seyrinden biz anlıyoruz ama yine de anımsatmakta yarar var Balbay’a “Pişmanlık duyduğun bir haber var mı?” Hemen araya giriyor:
 “Ben, haberlerle ilgili zaman zaman açıklama geldiğinde hemen ertesi gün belgesini yayımlardım. Arşivler ortada. Ben şimdi pür gazetecilik düşündüm diye mi pişmanlık duyacağım? Bence bütün bunlar açığa çıktığında, yani bugünkü asker-iktidar-Çankaya-devlet bürokrasisi arasındaki ilişkiler ortaya çıktığında, ilk ‘keşke...’ diyenler, bugün bana saldıranlar olacak.”

Deliller tartışılmadı

Ergenekon davasıyla ilgili o kadar yoğun bir bilgi kirliliği oluştu ki, biz gazeteciler bile sanıkların temel itiraz noktalarını zaman zaman karıştırıyoruz. Peki Balbay’a göre kendi açısından “Ergenekon’daki hukuksuzluklar” nelerdi? Yine kendisinden dinleyelim:
“Bir kere yasalara uymama vardı. Biz mevcut yasalara uyulmasını istiyorduk. Delil hukukuna uyulmadı, deliller tartışılmadı. Tanıklar dinlenmedi. Sanıklar bütün savunmalarını yaptıktan sonra onlar için yeni suçlar üretildi. ‘Bu suçlara ilişkin savunma yapmak istiyorum’ denildiğinde ise ‘Savunmanızı bitirdiniz’ yanıtı verildi. Yasalara uyulmadı derken; her şey bir yana CMK’nin 134. maddesine uyulsaydı, bilgisayar verileri nasıl delil olur, bakılsa bile bu davalar çökerdi. Bu dava öyle bir kurgu haline geldi ki, dışarıdan bakan ürker, içine giren ise kaybolur. Ben kamuoyundan ‘Balbay’ın hiç mi suçu yok, yaptıkları suça girmez mi’sorusundan önce bu davaları gündemlerine almalarını, sorgulamalarını istiyorum.” Türkiye’de son yıllarda birçok kişi “darbeci” olmakla
suçlandı. Hatta Gezi Parkı’ndan bile darbe teşebbüsü çıkartıldı. Bir yandan da sivil bir darbeyle karşı karşıya olup olmadığımız tartışma konusu... Bunları anımsattığımız Balbay, “Bizler AKP döneminde ağır darbe almış kişileriz” diyor ve ekliyor:
“Bizler darbe sözcüğüyle ancak böyle yan yana geliriz. Bu darbeden güçlenerek çıkmış biri olarak değerlendirmek isterim kendimi. Ben darbe davalarını inceledim; İspanya, İtalya, Arjantin, Şili ve hatta Yunanistan somut yapılmış darbelerle ilgili yargılananların sayısı üç beş generali geçmez. Çünkü, bunu herkese yaydığınız an o kişilerin temas kurduğu herkesi darbeci ilan ettiğiniz zaman bunun sonu gelmez. O zaman sizin yaptığınız yargılama darbe diye nitelenmeye başlar, toplumda büyük bir güvensizlik oluşur. Siz kötü bir gelenek başlatmış olursunuz. Size yönelik eleştirileri, darbe olarak algılamaya başlarsınız.”
Balbay TBMM Genel Kurulu’nda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu eleştirirken, bakana “Avutoğlu” diye takılmış, Bakan Davutoğlu’nun yanıtı ise “Balbay’ın da ‘b’sini düşürdüğünüzde sizin sivil olduğunuz halde ‘albay’lık yaparak bir darbe teşebbüsünde bulunduğunuz suçlamasını teyit etmiş olursunuz mu demem beklenirdi” demişti. Bu sözleri anımsatıyoruz Balbay’a... Davutoğlu’nun tahammülsüzlük örneği gösterdiğini belirten Balbay, devam ediyor:
“Avutmak, Türkçede anlamı olan, kullanılan bir sözdür. Kendisinin Dışişleri Bakanı olarak bu küçük eleştiriyi göğüsleyebilecek bir durumda olması gerekirdi. Ama anlaşılan sıfır tolerans ve sıfır diyalog... Ama ben her şeye rağmen özgürlükte Davutoğlu’nu konuşabileceğim, tartışabileceğim biri olarak görüyorum.”
Balbay aynı Genel Kurul’da biraz eleştirel konuşunca, “AKP’nin yaptığı anayasa değişikliği ile çıktı, teşekkür etmesi gerekirdi” tepkileri yükselmişti. Biraz da takılarak “Neden teşekkür etmediniz” diye soruyoruz kendisine ve anlatıyor:“Anayasa Mahkemesi, milletvekili seçildiği gün bırakılmalıydı diyor. Baştaki yıllarım bir yana, son 2.5 yılıma kim ne diyecek? Bu yolla hukukun önünün açıldığını, adaletin geldiğini düşünenlerin bana batırmak istedikleri topluiğneyi kabul ediyorum, ama şu şartla; bu adalet yolunun genişlemesi, haksız yargılamaların tümünün kalkması koşuluyla.”


Yasalar değişmeli

 “Bir genel affı mı kastediyorsunuz?” diye soruyoruz. Daha kapsamlı bir çözüme işaret ediyor Balbay: “Benim gördüğüm, çözüm için yasalarda değişiklik yapmak gerekiyor. Terör yasaları ve devlete yönelik suçlarla ilgili yasalarda daha daraltıcı ve netleştirici çalışmalar yapılırsa bugünkü KCK, Balyoz, Ergenekon... Pek çoğunun konusunun çok daralacağını ve beraberinde özgürlüklerin geleceğini düşünüyorum. Bu şekilde bir çözüm aranmazsa ya kişisel çözümler ortaya çıkıyor ya da dönemsel çözümler ortaya çıkıyor. Bunların da hukuk güvenliği yok. Ben bundan sonraki mücadele yaşamımın önemli bir parçasını bu konulara ayırmak istiyorum.” Peki kendisi cezaevindeyken KCK davalarını izleyebildi mi, bunlarla ilgili ne düşünüyor? “En az Ergenekon kadar vahim” diyor ve ekliyor: “İki KCK iddianamesini okudum. Gerçekten çok vahim... Örneğin kimi derneklerle ilgili davada önce ‘her türlü örgütlenmeyi yapabilirsiniz’ demişler, sonra da ‘bu şehir örgütlenmesi’ deyip terör örgütüne katmışlar. Bu herkesi doğrudan terörist olarak suçlamaktan daha kötü bir durum.” Peki, Balbay, Ergenekon davasının Yargıtay aşamasından ne bekliyor? “Önce gerekçeli kararın çıkmasını bekliyorum. Gerekçeli karar iyi bir zemin olacak. Bu suçlamaların hangi gerekçelere dayandığını göreceğiz. Yargıtay aşamasında da her ne olursa olsun hukuk arayacağız.” Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla Balbay tahliye edildi. Ancak hakkındaki yurtdışı çıkış yasağı kaldırılmadı. Balbay, bu konuda da “Anayasa Mahkemesi, ‘Balbay’ın hak mağduriyetini giderin’ dedi. Yerel mahkeme de ‘Tamam gideriyorum, ama bu mağduriyeti kısıtlıyorum’ dedi. Yerel mahkeme, yurtdışı yasağıyla Anayasa Mahkemesi’ne karşı bir karar almış oldu. Bu bağlamda karara itiraz ettik” diyor.

BİTTİ

Balbay esareti anlatıyor: Sekiz saniyede seni seviyorum 

Balbay esareti anlatıyor: Toprağa basmak reçeteyle 

Balbay esareti anlatıyor: Paran yoksa nakil de olamazsın 

Balbay esareti anlatıyor: Hastalık tanısı: Ergenekon

Balbay esareti anlatıyor: Duygularıma özgürlük tanıdım

Türkiye Cumhuriyeti Yönetmelik Devleti Değil Hukuk Devletidir


Siyasal rejimi ve ideolojik yönelişi ne olursa olsun yargının bağımsızlığı günümüzün vazgeçilmez ilkesi olup anayasal güvence altında bulunmaktadır. Anayasayla güvence altına alınmış bir yetki, erkler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı ilkelerine aykırı bir şekilde yönetmelikle düzenlenemez.

Ceza yargılama yasamıza göre soruşturma yapma yetkisi cumhuriyet savcısına aittir. Cumhuriyet savcısı, soruşturma işlemlerini emrindeki adli kolluk görevlilerince yerine getirecektir. Ceza yargılamasında amaç maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasıdır. Maddi gerçek ancak adil bir yargılama sonucunda ortaya çıkarılabilecektir.

Adil bir yargılama için de etkin bir soruşturma yapılması gereklidir. Bu sebeple yasa koyucu adil bir yargılamanın yapılabilmesi için soruşturma yapma yetki ve görevini cumhuriyet savcılarına vermiştir. Adli Kolluk Yönetmeliği’nde 21 Aralık 2013 tarihinde yapılan değişiklik ile adli kolluk sorumlularının atanması yetkisi mahallin en büyük mülki idare amirine verilmiştir. Yönetmeliğe, daha önceden olmayan “en üst dereceli kolluk amiri” kavramı eklenerek adli kolluk görevlilerinin kendilerine yapılan bir suça ilişkin ihbar ve şikâyetleri, el koydukları olayları, yakalanan kişilerle uygulanan tedbirleri, en üst dereceli kolluk amirine bildirme, en üst dereceli kolluk amirinin de bu bilgiyi görevlendirilmiş olan mülki idare amirine bildirme zorunluluğu getirilmiştir. Ayrıca en üst dereceli kolluk amirine adli kolluk görevlilerini denetleme, gözetleme, planlama, gerektiğinde diğer idari tedbirleri alma ve iş bölümü yapma yetkisi verilmiştir.

Adil yargılanma hakkı temel bir haktır.
Bu da ancak bağımsız bir yargıyla mümkün dür. Yargı bağımsızlığını olumsuz etkileye cek konularda yargı yetkisi olmayan idareye adli olaylara müdahale yetkisi tanınması, demokratik toplumun temel ilkelerinden ya  biri olan hukukun üstünlüğü ilkesine ve anayasamızdaki erkler ayrılığı ve yargı yetkisi belirlemesine aykırıdır. Yönetmelik değişikliğiyle en üst dereceli kolluk amirine adli kolluk üzerinde mutlak hâkimiyet tanın güvence altında bulunmaktadır. Anayasayla maktadır. Şekli ve amacı bakımından idare ye adli soruşturmaları yönlendirme ve müdahale yolunu açarak, soruşturmanın gizliliğinin ihlal edilmesi, masumiyet ilkesinin kolayca ihlal edilip sorumlularının bulun maması yolunu açmıştır. Ayrıca yargının etkin soruşturma yapmasını ve bağımsızlığını yürütme erkine ve siyasi iktidara karşı zayıflatmıştır. Yönetmelik değişikliği, Ceza Yargılama Yasamızdaki “adli kolluk görevlileri ancak adli kolluk görevleri dışında üstlerinin emrinde olacaklardır” hükmüne aykırı olduğu gibi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kabul ettiği etkin soruşturma standartlarına da uymamaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kararlarında etkin soruşturmanın ölçütü olarak soruşturmanın bağımsız ve tarafsız kurumlarca yapılmış olmasını kabul etmiştir.

Siyasal rejimi ve ideolojik yönelişi ne olursa olsun yargının bağımsızlığı günümüzün vazgeçilmez ilkesi olup anayasal güvence altına alınmış bir yetki, erkler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı ilkelerine aykı rı bir şekilde yönetmelikle düzenlenemez. Hiçbir yargı mensubu da anayasa ve yasaları yok sayarak yönetmelik hükümlerini uygulayamaz. Hukuk devletinde temel normlar olan anayasa, yasa, tüzük ve yönetmelik arasında bir altlık üstlük hiyerarşisi bulunmaktadır. Normlar hiyerarşisi denilen bu sistemde anayasa ve yasa hükümleri varken yönetmelik hükümleri uygulanamaz.
Aksi uygulama hukuk düzeni ve toplumsal barışı olumsuz etkileyecektir. Türkiye Cumhuriyeti yönetmelik devleti değil, hukuk devletidir. Anayasamızın 2. maddesinde de Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğu vurgulanmıştır. Hukuk devleti, tüm işlem ve eylemleri hukuka uygun olan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, yönetmelik, tüzük ve yasaların üstünde anayasa ve yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Hukuk devletinde öncelikle hukukun temel ilkeleri, anayasa ve yasa hükümleri uygulanır. Hukuk devleti ilkesinin gerçek anlamda sağlanması, bu ilkelerin yargı mensuplarınca uygulanmasıyla ortaya çıkacaktır. Yargı mensupları hukuk devletinin varlığı açısından güven verici ve bu ilkeden taviz vermeyen davranışlar ortaya koymalıdır. Tüm yasal düzenlemelere rağmen hukukun üstünlüğünü ve adil yargılamayı sağlamak, bu ilkeleri özümsemiş yargı mensuplarınca gerçekleşecektir. Türkiye Barolar Birliği’nin başvurusu üzerine Danıştay’ın Adli Kolluk Yönetmeliği’nde yapılan değişiklik hakkında yürütmenin durdurulması kararı vermesi, yargının hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesinin güvencesi olduğunun güzel bir örneğidir.

OKTAY KUBAN Yargıç/Cumhuriyet

İslam ve Dürüstlük - Galip Baysan

İslam Peygamberi iyi bir Müslüman olmak için kendisine ne yapması gerektiğini soran birine sadece "Allaha inandım de, sonra dosdoğru ol." Diyerek İslam'ın doğruluk dini olduğunu belirtmiştir. Bu güne kadar anladığım kadarı ile iyi bir Müslüman olmanın ilk ve en önemli şartlarından biri dürüst olmaktır. Dürüstlük bir Müslüman'da bulunması gereken ana vasıfların başında gelir. İyi bir Müslüman olduğuna inandığım emekli bir asker ve İmam olan rahmetli babam: İyi bir Müslüman dümdüz olmalıdır derdi. Tıpkı pürüzsüz bir tahta gibi diye ilave ederdi. 

Bu nedenle bir Müslüman yalandan, hileli hurdalı işlerden, haksızlık yapmaktan şiddetle kaçınmalıdır. Satarken, alırken ve yönetirken de dürüst olmalıdır. Doğru düşünüp, doğruyu konuşmalı, hareketleri görüşleri ile uyum içinde olmalıdır. Yani ya olduğu gibi görünmeli, ya da göründüğü gibi olmalıdır. Peki, bu gerçeklere uyan insan varmıdır? Sorusu akla gelebilir. Ben sadece kamuoyunun çok iyi tanıdığı iki isim üzerinde durmak istiyorum.

1959-1960 yılının Kore Tugayında bütün genç subaylarının hayranlığı bir subay üzerine yoğunlaşmıştı. Bu subay Türk milli onurunun temsilcisi gibi idi. Özellikle Amerikalılara karşı dik ve taviz vermez duruşu bizleri çok etkiliyordu. Bunun yanında ne PX malları, ne de Amerika’nın o dayanılmaz viski ve sigarasına iltifat etmemesi, hatta rakı ve Türk tütününden bile taviz vermeye istekli görünmemesi hepimizi hem şaşırtıyor, hem de ona karşı olan sevgi ve saygımızı kat be kat arttırıyordu. Ben bilmediğim bir nedenle ona karşı pek yakın durmazdım ama onun bizi sevdiğini çok iyi biliyordum. Kore’deki o kritik dönemde bu subay, benim için dahi bir dürüstlük ve namus timsali gibiydi. Hemen hemen bütün Türklerin sevgi ve saygısını kazanmış olan Kurmay Albay Talat Aydemir, Türkiye'ye dönüşte önemli görevler üstlendi ve iki sene kadar Ankara’nın en güçlü ismi oldu. Hatırlayacağımız gibi ülkesini, kendi inanışına göre ulusunu daha iyi ve ileriye götürme amacıyla başlattığı bir darbe girişimi sonunda başarısız oldu ve Menderes ve arkadaşlarının idamına karşı bir bedel olarak yardımcısı Fethi Gürcan la birlikte asılarak idam edildi.
       

Yine 1960 yılının Ağustos ayında, yani ihtilalden hemen sonra Türkiye'ye dönmüştük. Askeri yönetim olmasına rağmen, İzmir gümrüğünde kelimenin tam anlamıyla didik didik arandık. O hengâme içinde birisinin adeta imdat ister gibi bağıra bağıra şikâyet ettiğini duyduk. Şikâyetçi şöyle bağırıyordu: "Babam Devlet Başkanı diye bana neden iş vermiyorsunuz? Evime ekmek götüremeyecek miyim?" Kendisine iş verilmeyen kişinin bir gümrük komisyoncusu Özdemir Gürsel olduğunu ve Devlet Başkanı olan Babası Cemal Gürsel'in talimatıyla kendisine hiçbir ayrıcalık tanınmadığı gibi, çalışmasının da engellendiğini öğrendik. Onu ilk tanıdığımız lakabı ile Cemal Ağa dürüst bir insandı ve birkaç sene sonra o da rahmetli oldu. 

Bir de günümüz İleri Demokrasi sahibi ülkemizin lider kadrosuna bakın. Söylendiğine göre Başbakanımız siyasete girdiği günlerde o kadar fakirmiş ki ev kirasını bile partisi veriyor, çocuklarını dostlarının yardımı ile okutuyormuş. Siyaset yaşamı içinde geçen 10-15 sene içinde bir yabancı ekonomi dergisinin yazdığına göre dünyanın en zengin liderlerinden biri olmuş. Partisinin elemanları milyon dolarlarla saklambaç oynuyorlar. Hemen hepsi İmam Hatip mezunu ve İlahiyatçıdırlar.

Devlet hizmetinde görev yaptığımız 30 yıllık süre içinde en korktuğumuz suç: Makam ve memuriyet nüfuzunu suiistimal etmekti. Yani bizi yetiştirenler bu fakir milletin milyonlarında tüyü bitmemiş yetimlerin hakkı olduğunu, bulunduğumuz makam ve mevkilerden yararlanarak yakınlarımıza, aile fertlerimize hatta kendimize çıkar sağlamanın büyük suç olduğunu öğrettiler. AKP Eğitim sistemimiz ve askerlerlerle çok uğraştı. Ama bu günlerin siyasi tablosu içinde kafası çalışan herkes neyin doğru, neyin yanlış olduğunu görebiliyor. Son sözümüz eğitim sistemi içindir. İktidar dürüst ve imanlı gençler yetiştirme iddiasıyla minnacık çocuklarla bile uğraşıyor ve ülkeyi İlahiyatçılarla donatmak istiyor.

Yukarıda sözünü ettiğim iki insan da ilahiyatçı değildi, onlar Atatürkçü düşünce sistemi ile öğrencilerini yetiştiren 200 yıllık bir okul olan Harpokulu mezunları idiler. Yani orta direk ama sağlam, dürüst ve güvenilir insanlar.

Sözlerimi yine bir Harbiye mezununun anısı ile noktalamak istiyorum.

Mustafa Kemalin Ankara’daki zorlu günlerinden birinde İstanbul’daki annesinden bir telgraf gelir. Zübeyde Hanım “ Paramız bitti oğlum Mustafa” diye sıkıntısını belirtir. Yaveri ve çocukluk arkadaşı Salih Bozok” Elimizdeki paradan biraz gönderelim mi?” diye sorar. Mustafa Kemal “ Hayır der. O para Milli Mücadeleye aittir.” Dokunamayız. Zübeyde Hanıma telgraf çekilir ve “Evdeki halı ve kilimleri satın.” tavsiyesinde bulunulur. Bu ülke böyle kuruldu ama gördüklerimize göre ne yazık ki böyle yönetilmiyor.

Dr. M. Galip Baysan

Zehir zıkkım olsun! - Tünay Süer


Kapitalist sistemin, işçi ve emekçiler için her geçen gün daha katlanılmaz hale geldiği, İşsizliğin çığ gibi büyüdüğü, açlığın, yoksulluğun milyonlarca emekçinin canına yapıştığı 12 yıl geçirdik.
Bir yanda açlık diğer yanda akıl almaz haksız para kazançları ile ülkeyi soyan,  rüşvetçiler, çıkar amaçlı suç örgütü kapsamında ihaleye fesat karıştıranlar.
Rüşvet, nüfus ticareti, sahtecilik ile köşeyi dönen sonradan olma zenginler.
Gözleri bir türlü  doymayan zenginler...
Oysa bu lanet olası sömürü düzeninde çocuklarını doyuramadıkları, ısıtamadıkları için intihar eden gencecik anneler,
 Çöp tenekelerini karıştırıp kendisine yiyecek bir şeyler arayan insanlarımız, pazarlardaki atıklar içinden sebze, meyve toplayan emeklilerimiz,
Açlıktan ölen, ödeyemediği faturalar için elektriği, suyu kesilen, mayınlarla uzuvlarını yitiren sakat kalan gazilerimiz,
Vatan uğruna Doğu ve Güneydoğuda şimdilerde ne uğruna can verdiklerinin değeri bilinmeyen şehit olan fidanlarımız,
Gözlerinin yaşı dinmeyen analarımız ve babalarımız, sanki onlara nispet yaparcasına PKK’ya verilen tavizler...
İktidar tarafından kumpas olduğu itiraf edilen düzmece Ergenekon ve ona bağlanan diğer davalar.
Davalarla zindanlara kapatılan aydınlarımız, askerlerimiz, gazetecilerimiz, seçilen milletvekilleri
Akademisyenler ve İşçi Partisinin Genel başkanı.
Dünyanın 5. Büyük olan Türk Ordusunun tasfiyesi.
İftira ve komplo, kumpas ile tutuklanan veya haklarında tutuklanmaları için soruşturma açılan subayların intiharları.
Hep bu düzen yüzünden! Sebep olanları Allah kahretsin, bildiği gibi yapsın inşallah:
DENİZ Kuvvetleri Komutanlığı'nda görev yapan biri emekli, iki amirale yönelik suikast iddialarına ilişkin soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı Süleyman Pehlivan’ın talebi üzerine Deniz Yarbay Ali Tatar hakkında yakalama kararı çıkartıldı. Kendisini gözaltına almaya gelen görevlileri gören Ali Tatar bu suçlamayı onuruna yediremediği için tabancayla canına kıydı.
İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz'ün talimatı ile Ergenekon kapsamında emniyet güçleri tarafından gözaltına alınan Kuddusi Okkır, 20 Haziran 2007 günü mahkeme kararıyla tutuklandı.
Neyle suçlandığını bilmeden 1 yıl hapis yattı.
Sağlıklı bir biçimde tutuklanan Kuddusi Okkır'ın, cezaevinde kaldığı dönemde sağlığı bozuldu.
 Okkır’ı devlet öldürdü.
TTB raporu, Bakırköy dışında hiçbir hastanenin, refakatçisi olmayan, konuşamayan, ayakta duramayan Okkır'ın ciddi bulgularını yansıtan belgeleri yeterli düzeyde düzenlemediğini, ileri tetkiklerin zamanında yapılmadığını, bunun da hastalığın erken teşhisini ve tedavi şansını engellemiş olduğunu saptamıştı.
Komaya girene kadar delilleri karartmasın diye tahliye edilmemişti. Sonradan hapis yatmasına kılıf uyduruldu ve Ergenekon örgütünün finansörü denildi. Oysa kanserden öldüğü zaman cenazesini kaldıracak parası yoktu.
Rapora göre, cezaevinden hastanelere neredeyse her aşamada ihmal vardı. Cezaevinden her sevkte Okkır'la ilgili "Ergenekon terör örgütü üyesi", "dikkat, kaçar, kaçırılır" ibareleri düşülmüş, sevkler gecikmiş ve mesai saatleri dışında yapılmış, tıbbi kayıtlar düzenli tutulmamış, sevk sırasında da Okkır'ın yanında bulundurulmamıştı.
Evet, Okkırı bu düzen bu devlet öldürdü veya ölümüne sebep oldu.
İNÖNÜ Üniversitesi eski Rektörü Prof.DR. Fatih Hilmioğlu’nun dramına gelelim.
17 Nisan 2009’da “silahlı terör örgütü üyesi” olduğu gerekçesiyle Ergenekon dan  tutuklandı.
Hilmioğlu‘nun rektörlük döneminde Turgut Özal Tıp Merkezi, karaciğer naklinde, Türkiye’de değil dünyada ikinci sıraya yükselmişti.
Tutuklanıp zindana kapatılmasının esas sebebi 2003 yılında AKP iktidarının YÖK yasasında yapmayı düşündüğü değişikliğe karşı çıkması ve Atatürkçü olmasıydı.
21 yaşındaki oğlu Emir Hilmioğlu'nun Ankara Çubuk'ta geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybettiğini hasta halinde Silivri’de duyurdular ona. Oğlunun cenazesine katılmak için yol hariç verilen iki günlük izinde akşam kendi evinde eşiyle birlikte kalmasına izin verilmedi ve jandarmalar eşliğinde Sincan Cezaevine götürüldü.
2009 dan buyana Silivri Cezaevi’nde tutulan Hilmioğlu kanser hastası olmasına rağmen Adli Tıp raporuyla tutukluluk halinin devamına karar veriliyor ve  kaçacak veya delil karartacak diye tedavisine izin verilmiyor. Yani devlet eliyle ikinci bir cinayete hazırlık yapılıyor.
Ergenekon davasının diğer bir tutuklu sanığı Yarbay Mustafa Dönmez de, oğlunun ölüm haberini duruşma salonunda öğrenmişti. Oğlu için izin verilen Dönmez, cenazeye yetişememiş, bunun üzerine iznin geç verildiği iddiaları gündeme gelmişti.
Bunları yazarken bile insan kahroluyor.
Bu iktidarın adı Adalet ve Kalkınma partisidir ha?
Böylesine vicdansızlık, bu kadar kin ve intikam duyguları ile beslenen bir partide nasıl Adalet olabilir?
Kalkınmaya gelince son olaylarda kimlerin kalkındığı ortaya çıktı.
Başbakan Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın da aralarında olduğu birçok kritik isme suç örgütü operasyonu yapmak isteyen savcı Savcı Muammer Akkaş görevden alındı. Bununla kalınmadı adeta savcı linç edilmek isteniyor. Başbakan tehditler savurup duruyor. Seninle işimiz bitmedi diyor. Daha ne yapacaksa!
Yolsuzluğun üzerine gideceğine örtmek için elinden geleni yapan bir başbakan var.
Bu arada Ana muhalefete ve MHP ye de sataşıyor.
“Gerek ana muhalefet, gerek yavru muhalefet vatana ihanet içindedir. Zira 642 milyar bu ülkede devletin kasasında kaldı ama 17 Aralık'tan bu yana 120 milyar dolar zarar var. Yazık değil mi bunu nasıl yaparsınız, böyle bir kampanyayı başlatırsınız? Bu bir örgüt, çete olayıdır ama ana-yavru muhalefet el ele bunları yapıyorlar.”
Bu kadarına pes derken gülüyoruz artık. Çünkü başbakan iyice saçmalamaya başladı.
Sanki asrın soygununu CHP ile MHP yaptılar.
Mademki Bilal Erdoğan böyle bir şeye karışmadı o zaman neden mahkemeye çıkıp aklanmıyor acaba?
Suçsuz insan korkmadan çıkar mahkemeye ama bunların şöyle korkuları var.
Ergenekon savcılarından korkuyorlar. Zira bu davada olan yurtseverlerimizin hiç birisinin suçu olmadığı halde yıllardır zindanlara kapatıldılar. Eee! Şimdi ortada hem gerçek suçlar var hem de hoca efendinin elinde yargı.
Korku bacayı sardı demek ki.
Parmaklarda bilmem kaç milyon dolarlık yüzükler, gemicikler, villalar, hastaneler, pırlantalar hanlar, hamamlar... İsviçre’de zulada paralar...
Nereden çıktı bunlar ey başbakan?
Kendinize gelince Müslüman vatandaşa gelince haram ha?
Başbakanı karşılarken metrolar, otobüsler bedava ama  parası olmadığı için ücretsiz binmeye çalışan 20 yaşındaki gencin kafasına metal detektörle vurup hastanelik etmek! benim kitabımda yok ama AKP nin kitabında var demek ki.
Son olarak şunu demek istiyorum. Bu memlekette bu kadar yoksul ve dürüst, işsiz insan varken onların verdiği vergilerden zıkkımlayan,  kim olursa olsun haramı zehir zıkkım olsun inşallah.
Birileri zengin olurken bizler neden bu kadar yoksullaştık, elbet bunun hesabı sorulacaktır ve sorulmalıdır. Türkiye’de gerçek adalet ne zaman var olacaktır işte o zaman ülkemiz kalkınacaktır.

Not: 2014 yılının ülkemize ve tüm insanlığa aydınlık, savaşsız, sevgi, sağlıklı mutlu yıllar getirmesi dileklerimle yeni yılınızı kutlarım.
Ben bu yazımı yazarken sabahın 4dü oldu. Niyetim bu yeni yılı Silivride’ki canların orada geçirmek tabi sağlığım elverirse. Gidemezsem ki gitmeyi çok istiyorum Silivri Hasdal, Maltepe, Sincan ve şu ada aklıma gelmeyen diğer tutuk evlerinde esir tutulan tüm canlara selam ve sevgilerimi gönderiyorum.
TC.Tünay Süer

31 December



Rejimin kahpeliklerinden bir diğeri daha. Burada daha önce de yer vermiştim. Tecavüz ettikleri genç kadının küçük yaştaki oğlunu alıkoyup vurarak çatışmanın ortasındaki yola bırakıyorlar ve bağlıyorlar. Dört mücahit onu kurtarmak için canını veriyor. Ama başarılı olamıyorlar. 10 saatlik işkence sonunda bacımız da hayatını kaybediyor. Allah şehadetlerini kabul etsin. / Another disgusting, evil act of regime. I mentioned this here earlier. They rape a young woman and take her son. Then they leave her in the middle of the road where the frontline is with mujahideen after fastening her feet and shooting her leg. 4 mujahideen gave their lives to save her but each of them failed under regime fire. She also lost her life after 10 hours of torture. May Allah (jj) accept their shahadah. 


  • Halep: Kindi Hastanesinin ele geçirilmesi ile ilgili operasyonun 12 dk. lık bir videosu. / 12 min. video of liberation of Kindi Hospital.


  • Alınan henüz doğrulanmamış haberlere göre ISIS Bab al Hawa sınır kapısından geçiş güzergahında bulunan Shalekh kontrol noktasını ele geçirdi. ISIS kontrol noktasında bulunan İslami Cephe savaşçılarını esir aldı ve silahlarına el koydu. / Acc. to unconfirmed news ISIS controlled the Shalekh checkpoint held by the IF, arresting the fighters and seizing the arms. Shalekh to those who don’t know it, is a small village in the northern rif of Idlib, became important after the revolution because it is the road for cars to cross in Syria and from AL Hawa border crossing into Turkey because of AL Qu’a and Qafraya, Idlib Town are on the main road. And now, ISIS has arrested the IF fighters.



  • İdlib: Vurulan bir şebbiha aracı. / A shabbiha vehicle ambushed by mujahideen.


  • Adra: Rejimle varılan bir anlaşma sonucu bölgedeki siviller çıkıyor. Fakat çıkışta kimlikleriniz alınıyor ve erkekseniz büyük ihtimalle rejim sizi tutukluyor. Adra, on the northern outskirts of Damascus was recently liberated by the rebels. As far as I know, the people are fleeing as part of an agreement to allow the evacuation of civilians. But if you are male most possibly regime will arrest you while you are leaving.

  • Şam:Yarmuk mülteci kampında açlıkla ilintili sebeplerden vefat eden 4 filistinlinin cenaze töreni. / Funeral of 4 palestinians who died related with malnutrition in Yarmouk refugee camp.


  • Şam: Kent kırsalında yakalanan 3 ıraklı militanla yapılan görüşme. Kendi bilgisayarlarında görüntüleri var. / Iraqi militants caught by mujahideen in city countryside. They are shown their own videos from their computer.

  • Alınan bazı haberlere göre Ahrar as Sham üyesi doktor Ebu Rayyan esir takası anlaşması ile ISIS'ten alındı. Maalesef cenazesi alınabildi. İddialara göre Ebu Rayyan'ın kulağı kesilmiş, ölmeden önce el ayaları ve ayaklarından vurulmuş olduğu görüldü. Ebu Rayyan Tel Abyad sınır geçişinin sorumlusu idi. 22 diğer mahkum da geri alındı.  / In an operation of prisoner exchange between Ahrar and Daesh, Doctor Abu Rayan was killed under torture, and his body was mutilated and cut off his ear, and shots in his hand palms and feet before he died, and they said he was accidentally killed and 22 other captives have their bodies marqued by torture. They have spent a full period of their detention hand shackled. For information Abu Rayan was the director of the border crossing in Tal Abiyad with Turkey.


  • Şam-Douma: Normalde 20 Haziran2012'de yayınlamış bir video bu. Öncesinde protestolara katılmış olan kayıp bazı kişiler ertesi gün cesetlerinde işkence izleri olduğu halde bulundu. Öldürülenlerin arasında 15 yaşında olanlar bile var. / This footage, uploaded by Syrian democracy activists on 20 June 2012. Several men as young as 15 years old who had been reported missing the previous day were found dead along the Abd al-Nafi’ road. Their bodies show signs of extreme torture. Forces loyal to Bashar al-Assad are believed responsible.

  • Hama: Kentin doğu kırsalında vurulan rejim tankı. / A regime tank hit in eastern city countryside.


  • Deyr ez Zour: Mücahitler Havaalanı bünyesindeki bir binayı ve çevresini havanla vuruyor. / Mujahideen mortar shelling a regime held building in the vicinity of Deir Ezzor airport.



  • Halep: Rejim bombardımanı bir otobüsü vurdu. / A regime shell hit a bus.


http://www.youtube.com/watch?v=mZTMWN64igo

http://www.youtube.com/watch?v=HPa5_Nj-pXM
Yangın sonrası otobüs / Bus after fire is extinguished

BEDİÜZZAMAN'IN BEŞ TALEBESİNDEN ORTAK AÇIKLAMA

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin talebeleri son günlerdeki tartışmalar üzerine kamuoyuna ortak açıklamada bulundu.
Bediüzzaman'ın 5 talebesinden ortak açıklama

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri'nin talebeleri Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayramoğlu, Salih Özcan, Mehmet Fırıncı, Abdülkadir Badıllı ağabeyler son günlerdeki tartışmalar üzerine kamuoyuna ortak açıklamada bulundular.

"İman hizmetinin töhmet altında" kaldığının belirtildiği açıklamada, Risale-i Nur talebelerinin siyasete bakışına dair metinler yer aldı.

Açıklamada şöyle denildi:

Risale-i Nur Külliyatının müellifi ve Risale-i Nur hizmetinin müessisi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hizmetinde bulunmuş ve bu Kur'ân ve iman hizmetinin esaslarını bizzat ondan ders almış talebeleri olarak, aşağıdaki hususları muhterem kamuoyuna duyurmak ihtiyacını hissetmiş bulunuyoruz:

1. Risale-i Nur'un hizmet esasları içinde Bediüzzaman Hazretlerinin en fazla üzerinde durduğu ve büyük bir hassasiyetle riayet etmeyi bize ve bütün Nur talebelerine ders verdiği husus, bu hizmetin sadece ve sadece iman hizmetinden ibaret olduğudur. Pek çok mektuplarda tekrar tekrar zikredilen bu husus, bir Emirdağ mektubunda da şu şekilde ifade edilmiştir:

"Risale-i Nur hiçbir şeye âlet olamadığını ve rızâ-yı İlâhiyeden başka hiçbir maksada vesile olamadığını ve doğrudan doğruya herşeyden evvel iman hakikatlerini ders vermek ve biçare zayıfların ve şüpheye düşenlerin imanlarını kurtarmak olduğunu elbette sizin gibi Nur'un has şakirtleri biliyorlar."

Bu hakikat muvacehesinde kamuoyuna şunu arz etmek isteriz ki, insanlara hiçbir tarafgirlik gözetmeksizin ve hiçbir menfaat gütmeksizin Risale-i Nur'la iman hizmeti vermek ve muhtaç olanların imanlarını her türlü tehlike, vehim, vesvese ve şüphelerden korumaya çalışmak ve bu hizmetin mukabilinde ne maddî, ne de manevî hiçbir karşılık beklememek, Risale-i Nur mesleğinin olmazsa olmaz esasıdır. Bu esas feda edildiğinde, ortada Risale-i Nur hizmeti de kalmaz.

2. Risale-i Nur hizmetinin gaye ve mahiyeti münhasıran iman hizmetinden ibaret olduğundan, onun dışındaki faaliyetler tarafgirlik mânâsına gelebilecek her türlü davranıştan şiddetle kaçınmak gerekeceği izahtan vareste olmakla beraber, Üstadımız bu hususu müteaddit mektup ve müdafaalarında tekrar tekrar hatırlatmıştır. Bu mektuplardan birinde, "İman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost, düşman derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nur'u - Risale-i Nur'u - hiç bir şeye âlet etmediler, siyaset topuzuna el atmadılar" denmektedir.

İman hizmetinde bulunanların hariç cereyanlardan niçin uzak durmaları gerektiği, Bediüzzaman Hazretleri'nin şu ifadelerinde de çok net bir şekilde açıklanmıştır:

"Risale-i Nur şakirdlerinin, mümkün olduğu kadar, siyasete ve idare işine ve hükûmetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünki hâlisane hizmet-i Kur'aniye, onlara her şeye bedel kâfi geliyor. Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklaliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek, o hizmetin kudsiyetini bozacak... Hem dünya için dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında, Kur'anın hiçbir şeye âlet olmayan kudsî hakikatleri bir propaganda-i siyasette âlet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası, muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirdleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş."

Siyaset yoluyla vatana, millete, İslâmiyete hizmet de elbette ki ihmal edilecek bir mesele değildir. Ancak herkese eşit şekilde hizmet sunması gereken bir iman cereyanının mahiyeti, siyaset yoluyla hizmetten bütün bütün farklıdır. Onun içindir ki, cemaat adına siyasî faaliyette bulunmak, siyasî partilerle pazarlıklar içine girmek, devlet içinde kadrolaşmak, iktidara ortak olmaya çalışmak gibi faaliyetlerin tamamı Risale-i Nur'un iman ve Kur'ân hizmetiyle tam bir tezat teşkil etmektedir. Risale-i Nur talebeleri böyle faaliyetlerde bulunmayı Üstadlarından miras aldıkları kudsî hizmetin kudsiyetini bozmak olarak görürler ve bundan şiddetle kaçınırlar. Aynı şekilde, milletin reyiyle iş başına gelen meşrû iktidarı muhafaza etmek ve memlekette asayişi ihlâl etme istidadı taşıyan hareketlerden şiddetle kaçınmak da Risale-i Nur talebelerinin Üstadlarından ders aldığı en mühim esaslar ve düsturlardır; ancak onlar bunu hiçbir zaman bir menfaate âlet etmezler, bir tarafgirlik haline getirmezler.

Nitekim Umum Nur talebelerine Üstad Bediüzzaman'ın vefatından önce vermiş olduğu en son derste:

"Aziz kardeşlerim, bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet İmân hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz" denilerek, asıl yapmaları gereken şey ifade edilmiştir.

3. İman hizmetinin mahiyeti kadar metodları da menfi siyasetin icabı telâkki edilen âdet ve uygulamalardan uzaktır. İmanın esası olan doğruluk, iman hizmetinin de en mühim esasıdır; yalan, iftira, iki yüzlülük, hile gibi fiil ve metodlar hiçbir zaman iman hizmetine yanaşamaz. Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri, yol, sıdk ve doğruluk üzere olmaktır, der:

Sual: Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?

Cevap: Doğruluk.

Sual: Daha?

Cevap: Yalan söylememek.

Sual: Sonra?

Cevap: Sıdk, ihlâs, sadâkat, sebat, tesanüd.

Sual: Yalnız...

Cevap: Evet...

Sual: Neden?

Cevap: Küfrün mahiyeti yalandır. İmanın mahiyeti sıdktır. Şu burhan kâfi değil midir ki, hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın ve tesanüdün devamıyladır?

Bir müdafaasında da "Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz" demek suretiyle, Risale-i Nur hizmeti ile diğer faaliyetler arasındaki bu temel metod farkını ayrıca teyid ve tasrih etmiştir.

4. Siyasî tarafgirliğin en dehşetli neticesini, Bediüzzaman Hazretleri bir hatırasında şöyle anlatır:

"İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi, bu hadis-i şerifin, "(Mü'minin mü'mine bağlılığı, parçaları birbirini sımsıkı tutan bir bina gibidir)" hakikatidir. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dahildeki adâveti unutmak ve tam tesanüd etmektir. Hattâ en bedevî tâifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dahildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfuruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dahildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hâdisâtlar görünüyor. Hattâ, bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği; ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle senâ ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyaseti terk ettim."

İşte bu sebepten, tıpkı Bediüzzaman Said Nursî gibi, onun talebeleri de siyasî tarafgirliklerden uzak durmakta ve bu iman ve Kur'ân hizmetine hiçbir siyasî tarafgirlik gölgesi düşmemesi için azamî itina göstermektedirler.

5. Biz Risale-i Nur talebeleri, hizmetimizin prensiplerini kaynağı Kur'an ve Hadisten ibaret olan Risale-i Nur'dan ve onun müellifi olan Bediüzzaman Said Nursî'den alırız. Mevkii, maddî veya manevî makamı, şöhreti, ünvanı ne olursa olsun, hiç kimsenin indî tevilleri Risale-i Nur talebeleri için bir ölçü teşkil etmez. Risale-i Nur memleketimizin ve dünyanın en buhranlı dönemlerinden geçerek bugünkü muzaffer konumuna ulaşmışsa, Bediüzzaman Hazretlerinin büyük bir hassasiyetle muhafazasına çalıştığı "hizmet düsturları" sayesinde bu mümkün olabilmiştir. Yoksa, zamanın ve zeminin şartlarına göre hizmet tarzında birtakım değişiklik ve ayarlamalar yapılsaydı, şimdi Risale-i Nur hizmeti diye bir şey kalmazdı.

6. Son zamanlarda cereyan eden ve hepimizi üzen bazı gelişmeler, siyasî mahiyet taşıyan ve Nur'un safî hizmet telâkkisinden çok uzak düşen bazı hareketlerin Risale-i Nur ile karıştırılmasını ve bu menfî hareketler sebebiyle bu iman hizmetinin töhmet altında kalmasını netice verdiğinden, biz Risale-i Nur talebelerinin böyle hareket ve faaliyetlerle hiçbir surette alâkamızın bulunmadığını ve bu tür sakat anlayışların asla Risale-i Nur'dan kaynaklanmadığını açıklamak zorunda kalmış bulunuyoruz.

Aziz milletimize saygı ile duyurulur.

ABDULLAH YEĞİN, HÜSNÜ BAYRAMOĞLU, SALİH ÖZCAN, MEHMET FIRINCI, ABDÜLKADİR BADILLI

KENDİNİ HIZIR YA DA MEHDİ ZANNEDENLER



Zamanımız da kendini Hızır, Mehdi yada kutup zanneden çok kimse var. Bu durum neden kaynaklanıyor? Bu kimseler yalancı yada aldatıcı mı? Gördükleri hakikat mi? Neyi karıştırıyorlar? Bu zatlar hangi noktada hata ediyorlar?  Hızır ve Mehdi gibi meşhur zatlarla ilgili evliya makamları nelerdir? Şatahat ne demek?  Enaniyetin, makam sevgisinin, övünme ve gururun zararları nelerdir? Böylelerinin sonu nedir?

Bediüzzaman bu konuyu Mektubatında şöyle izah etmiştir: 

“Hem ben müteaddid insanları gördüm ki, bir nevi Mehdi kendilerini biliyorlardı ve “Mehdi olacağım” diyorlardı. Bu zâtlar yalancı ve aldatıcı değiller, belki aldanıyorlar. Gördüklerini, hakikat zannediyorlar. Esma-i İlahînin nasılki tecelliyatı, Arş-ı A’zam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var ve o esmaya mazhariyet de, o nisbette tefavüt eder. Öyle de mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velayet  dahi öyle mütefavittir .

Şu iltibasın en mühim sebebi şudur:

Makamat-ı evliyadan  bazı makamlarda Mehdi vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve kutb-u a’zama has bir nisbeti  göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir münasebet-i hâssası  olduğu gibi, bazı meşahirle  münasebetdar bazı makamat var. Hattâ o makamlara “Makam-ı Hızır”, “Makam-ı Üveys”, “Makam-ı Mehdiyet” tabir edilir.

İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz’î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebetdar meşhur zâtlar zannediyorlar. Kendini Hızır telakki eder veya Mehdi itikad eder veya kutb-u a’zam tahayyül eder. Eğer hubb-u câha talib enaniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları, şatahat sayılır. Onunla belki mes’ul olmaz. Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u câha müteveccih ise; o zât enaniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahrden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarîk-ı haktan sapar.”  (Mektubat)

Bediüzzaman; kendini bir nevi Mehdi bilen kimselerin yalancı ve aldatıcı olmadığını, ancak aldanmakta olduklarını ifade etmiştir. Onlar gayb aleminde meşhudat olarak gördüklerinin, maddi alemde de gerçek olduğunu zannetmektedirler.

Allahın isimlerinin Arş-ı A’zam’dan ta bir atoma kadar tecelli cilveleri vardır. İsimlere mazhar oluş da o nispette farklıdır. Öyle de Allah’ın isimlerine mazhar oluştan ibaret olan velayet mertebeleri de öyle farklıdır.

Şu karışıklığın en önemli sebebi şudur:

Evliya makamlarından bazılarında Mehdi görevinin özelliği bulunmaktadır. Bazılarında kutupların başı olan Kutb-u A’zama özel bir ilgisi görünür. Bazılarında Hazret-i Hızır’ın özel bir münasebeti olur. Ayrıca bazı meşhur kişilerle ilgili olan bazı makamlar vardır. Hatta o makamlara Hızır makamı, Üveyse makamı, Mehdilik makamı denilir.

İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın küçük bir örneğine veya gölgesine girenler kendilerini o makamla ilgili meşhur zatlar zannediyorlar. Kendilerini Hızır olarak algılar veya Mehdi olduğuna inanır veya kendini kutb-u azam olarak hayal eder.

Eğer makam sevgisine istekli benliği yoksa o halde mahkum olmaz. Onun haddinden fazla iddiaları şatahat yani kendini abartma sayılır. Onunla sorumlu olmaz.

Eğer benliği perde arkasında makam sevgisine yönelik ise; o kişi benliğine yenilip, şükrü bırakıp övünce girerse, övünçten gitgide gurura düşer.

Ya delilik derecesine düşer veyahut hak yoldan sapar. Demek ki bu tarz gidişin sonu ya deliliktir yada hak yoldan sapmaktır.

Esasen velayet yolu nefsin başını ezip, bütün varlığının Hakka ait olduğunu bilmektir. Kendini bir şey zannedenler hak yoldan ayrılmaktadır. Varlığını kanıtlamak değil, varlığını Hak’ta eritmektir. Benlik dağı erirse Hakkı bulur. Velayeti; nefsî benliğini kutsal perdeler arkasına sarıp kendini kutsallaştırmak olduğunu sananlar aldanıyorlar.

Fiilin faili ve varlığın sahibi yalnız Allah’tır.




TARİHE IŞIK TUTAN BEDİÜZZAMAN HABERİ

31 Ara 2013 10:40 Samanyolu Haber

Beraat kararlarına rağmen hakkında yeni yeni davalar açılan Bediüzzaman'ın yaşadığı baskılara ışık tutuldu.
Tarihe ışık tutan Bediüzzaman haberi!  
  • Fişlemeler, görevden almalar ve kara propaganda yöntemleri Bediüzzaman'ın yakasını bırakmadı.
  • Menderes’i destekleyen dindarlarla DP’nin arasını açmak için tertip ve suikastler düzenlendi.
  • Menderes liderliğindeki Demokrat Parti (DP) iktidarının son döneminde Bediüzzaman Said Nursi ’ye Tek Parti dönemi muameleleri tekrar yaşatılmıştı.
  • Bediüzzaman, seyahat hürriyeti de engellenince, “Bu vaziyet bana çok ağır geliyor” diye sitem etmişti.
  • İçişleri Bakanı Namık Gedik ’in sergilediği tutum DP ile gönül bağlarını iyice kopardı.

Devletin gizli belgelerinde cevapları olan "DP döneminde Said Nursi ve talebeleri ne tür komplolarla karşılaştı? Said Nursi’ye yapılan baskılar DP teşkilatlarında nasıl yankılandı?" sorularıyla ilgili Aksiyon dergisinde tarihe ışık tutan bir haber yer aldı.



Yorum: 
Nur camiasının tavrı bellidir. Nur cemaati hükümetin işine karışmaz. Hükümetin din ve millet lehindeki hizmetleri için ona dua eder. Bu yazının samanyolu haber’de yayınlanması maksatlıdır. Menderes’in son dönemiyle Erdoğan’ın son dönemi arasında paralellik kurularak bir mesaj verilmek istenmiştir. Bediüzzaman’a zulmeden Menderes hükümeti değil, Menderes hükümeti içine sızan masonlardı. Amaç Bediüzzaman’ın Menderes hükümetine verdiği manevi desteği yok etmekti. 

30 Aralık 2013 Pazartesi

42 İLDE EŞZAMANLI DARBE HAZIRLIĞI

Başbakana sunulan istihbarat raporunda, devlet içindeki paralel yapının planı detaylarıyla yer aldı. Operasyon engellenmeseydi, 25 Aralık'ta itibarsızlaştırma kampanyası başlayacaktı.

42 ilde eşzamanlı darbe hazırlığı

Erdal Şimşek:

DEVLET içindeki paralel yapılanmanın, 17 Aralık'ta gerçekleştirdiği "darbe" girişiminin kodları çözülüyor. Derin operasyonu mercek altına alanistihbarat raporu, hükümetin zamanında refleks göstererek ikinci dalgasını engellediği girişimin,kamuoyuna yansıyandan çok daha büyük çaplı bir"yıkım" hedeflediğini ortaya çıkardı.

Başbakanlık'a sunulan raporda, kolluk ve yargıdaki paralel yapının, 25 Aralık tarihinden itibaren art arda gelen ve aralarında İzmir, Kayseri, Isparta, Gaziantep ve Şanlıurfa'nın da bulunduğu 42 ili kapsayan operasyonlar için harekete geçtiği net ifadelerle belirtildi.

HAZIRLIK 2010'DA BAŞLAMIŞ

Savcı Muammer Akkaş'ın talimatını verdiği ikinci dalga operasyon gerçekleşseydi, aralarında AK Partili birçok belediye ve il başkanı, 2023 Türkiye vizyonunu oluşturan prestij projeleri yürüten işadamları, sanayiciler, ticaret ve sanayi odası başkanları ile bazı Kürt aşiretlerin önde gelen isimlerinin gözaltına alınıp tutuklandağı bir "cadı avı"başlatılacaktı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın masasındaki istihbarat raporunda, paralel yapılanmanın derin operasyonlara yönelik planlamasının 2010 yılında hazırlandığı, bu çerçevede hedef olarak belirlenen belediye başkanı, il başkanı, işadamı, sanayi ve ticaret odası başkanlarının yakın takibinin sağlanması için "suikast" söylenti ve ihbarlarının devreye sokulduğu ve "koruma tahsisi" sağlanarak paralel yapıya bağlı polislerin "yakın koruma" olarak görevlendirildiği vurgulandı.

150 BELEDİYE BAŞKANI YAKIN KORUMADA!

Bu yöntemle 150 civarında belediye başkanına koruma tahsis edildiği ifade edilen raporda, yakın korumalar kanalıyla, dost meclislerindeki sohbetlerden bile cümleler cımbızlanarak, süreç içinde kullanılmak üzere bir havuzda toplandığı, aynı kumpasın bazı işadamları, sanayi ve ticaret odaları başkanları ve AK Partili il başkanları için kurulduğu kaydedildi.

27 İLDE PARALEL YAPININ HÜCRE ŞUBELERİ 

Raporda, havuzda toplanan bu verilerin Emniyet istihbaratın datalarında değil, paralel yapılanmanın şube evlerinde biriktirildiği, bu amaçla ülke genelinde 27 ilde paralel şube oluşturulduğu da ifade edildi.

Operasyonlarda, yolsuzluk ve rüşvetin yanı sıra itibarsızlaştırma amaçlı suçlamaların da eklemlenmesinin planlandığı, bunlar arasında "kadın ticareti, uyuşturucu, insan ve tarihi eser kaçakçılığı" gibi suçlamaların da yer alacağı belirtildi.

İLLEGAL YAPIDA 2 BİN RÜTBELİ POLİS

Raporda ayrıca, devlet içindeki illegal yapılanmanın 2 bin rütbeli polis, yüzlerce yargı mensubu, bürokrat, bankacı, akademisyen ve medya kanadına ilişkin bir teşkilata sahip olduğu ve örgütün kendi arasında şifreli iletişim kurduğu da vurgulandı. Yargıdaki yapılanmaya HSYK'daki bir grubun destek verdiği de belirtildi. Derin operasyonun ardından istihbarat birimleri tarafından hazırlanan rapor Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a sunuldu.

KORUMA DEĞİL, TARASSUT

TÜRKİYE genelinde 2010 yılında itibaren "suikast" söylentileri ve ihbarları nedeniyle 150 civarında belediye başkanına polis koruması tahsis edilmiştir. Bu polisler, belediye başkanlarını korumadan çok adeta tarassut altına almışlardır. Başkanların ikili görüşmelerinde bile "can güvenliği" bahanesi ile bulunan korumalar, dost meclislerindeki sohbetlerden bile bazı cümleler çıkartarak, bir havuzda toplanmasını sağlamışlardır. Aynı kumpası bazı işadamları, sanayi ve ticaret odaları başkanları için de kurulmuştur.

DATALAR ŞUBEDE!

HAVUZDA toplanan veriler, paralel devlet yapılanmasının il ve ilçelerdeki sorumlusuna kullanım amaçlı olarak aktarılmış ve başkanlara şantaj aracı olarak kullanılarak kimi ihalelere müdahale edilmiş, bazı ihalelerin paralel yapılanmanın kurduğu şirketlere yönlendirilmesi amaçlanmıştır. Toplanan veriler, Emniyet İstihbarat'ın datalarında değil, paralel polis yapılanmasının yurt sathındaki şubelerinde biriktirilmiştir. Bu datalar örgütün sivil, akademisyen ve medya üyelerin tarafından değerlendirilerek dosyalanmıştır.

MİT KRİZİNİN ARDINDAN

25 Aralık tarihinden itibaren 42 ili kapsayacak şekilde genişletilmesi planlanan operasyonla Hükümet'in yıkılması hedeflenmiştir. Paralel devletten emir alan çok sayıda savcı ve emniyet müdürünün, üstlerine haber vermeden çok gizli yürüttüğü soruşturma, 7 Şubat 2012 tarihli MİT krizinin hemen sonrasında uygulamaya konulmuştur. Operasyonun genişletilmesi planlanan iller arasında İzmir, Kayseri, Isparta, Gaziantep, Ağrı ve Şanlıurfa'da yer almaktadır.

ÇÖZÜM SÜRECİNE DARBE

DOĞU ve Güneydoğu'da sınır illerinde bulunan ve çözüm sürecini destekleyen bazı köklü ve büyük Kürt aşiretlerinin de önde gelenlerinin "kayıt dışı sınır ticareti, uyuşturucu ve insan ticareti ile mazot kaçakçılığı" suçlamaları ile tutuklatıp çözüm sürecine başka bir yönden de darbe vurulması planlanmıştır.
AKŞAM

Balbay esareti anlatıyor: Duygularıma özgürlük tanıdım

Cezaevinde alınan ölüm haberleri, annenin elini öpememek...
Bir de ölüm haberi almak var cezaevinde! Kimler gitmedi ki? Cumhuriyet’te yıllarını paylaştığı İlhan Selçuk, Deniz Som, Mehmet Sucu, Abdülkadir Yücelman... Daha? Son söyleşisini Balbay ile yapan Halit Çelenk, Server Tanilli, Neşet Ertaş... Liste uzayıp gidiyor düşünsenize. “Bu günleri nasıl yaşadınız” diye sorunca hüzünleniyor Balbay:

“Cezaevinde insana en çok koyan şey bayram günleri ve özel günlerdir dedim ya... Bir de ölüm haberleri. Bir şey yapamama, acıyı paylaşamama duygusu. Hele hele onlarla çok şeyler yaşadıysanız! Paylaşma sözcüğünün ne demek olduğunu çok iyi anlıyorsunuz içeride. Cezaevi zaman zaman bir araf da olabiliyor ölümle yaşam arasında. Ben cezaevinde hiçbir duygumdan çekinmedim. Ağlayacaksam ağladım, haykıracaksam haykırdım! Duygularıma özgürlük tanıdım.”

Annem elimi öptü 

Silivri duruşmalarını bilenler bilir ama bilmeyenler için anımsatmakta yarar var. Duruşmayı izleyenler, yakınlarına en fazla 10 metre yaklaşabilirler. Bunu “Çok susadığınız bir anda bir kişinin sizin 10 metre uzağınızda suyu yere dökmesi kadar acı bir durum” diye niteleyen Balbay, duruşma günlerinden birinde annesiyle yaşadığı bir anıyı şöyle anlatıyor: “Bazen duruşma arasında, bakanlıktan izin alan kişiler geldiğinde cezaevi minibüsü ile duruşma salonundan hemen bitişiğindeki cezaevine gidiyorduk. Bu tür günlerde tam cezaevinin dış virajında minibüs yavaşlıyor ve yakınlarımız oradaysa sadece ellerini tutabiliyorduk. Aslında bu da yasaktı, ancak geniş alanda kamera olmadığı için elimizi başımızı uzatabiliyorduk. Böyle bir günde Annem ve kardeşlerim Silivri’ye gelmişlerdi. Minibüs yavaşlar yavaşlamaz elimi uzatınca görevli ‘Başınızı uzatırsanız biz zor durumda kalırız’ dedi. Ben eğilip annemin elini öpmek isterken eğilemeyince annem benim elimi öpmüştü. Bu anı hiç unutamıyorum.”

Çiçekle sarhoşluk

Öyle ya da böyle tam 4 yıl 278 gün geçti cezaevinde. Peki bu kadar süre tecritte kalan bir insan çıkınca neler yaşadı, kendisinde ve Türkiye’de ne gibi değişiklikler izledi? Balbay’dan dinleyelim:

“Bir defa ben, cezaevinde bir yanım Türkiye ile yaşadım. Olabildiğince değişime tanıklık etmeye çalıştım. Tabii o değişim sizi de kavuruyor, içine alıyor. Hiçbir şey yapamazken aynı anda yeni şeyler üretme dürtüsü. O zaman ‘Ben burada bir şey yapabilir miyim?’ diyorsunuz. Dışarı çıktığımda Ankara’nın çirkinleştiğini gördüm. Betonlar, binalar... Pek çok binayı cezaevi yapısından farksız gördüm. O yabancılaşmayı hissettim. Ankara bağlamında bir hayal kırıklığı oldu tam anlamıyla... Çıktıktan sonra ilk çiçeği kokladığımda sarhoş oldum, resmen başım döndü. S Bedenen tanış olmadığım bir duygu... Arada bir çiçek geliyordu ama eve gelen çiçeklerle karşılaşınca bir ilki yaşadım.”

Peki 5 yıl sonra ilk kez bir halıya çorapla basmak nasıl bir duygu olabilir? Gülümseyerek devam ediyor Balbay:
“Alışmak zor oldu. İlk gün ayakkabıyla daldım içeri, sonra dönüp çıkardım. Bir an ayaklarım çıplakmış gibi hissettim. Düşünün, ilk kez 5 yıldır ayakkabısız halıya basıyorsunuz. Cezaevindeyken özellikle kış koşullarında en azından kaldığımız yerlerin altındaki belirli yerlere halı koymak istemiştik ancak kabul edilmemişti. Daha sonra battaniyeyi halı olarak kullandık ama bunu da yapmamamız için uyardılar."

Hadi oyuncak almaya gidelim

Balbay’ın tahliye edildiği gün eve girişi sırasındaki fotoğraf karesi, hafızalarda yer etmiştir; oğlu Deniz ile kucaklaşma anı... O an Balbay’ın elinde kocaman bir de çikolata vardı oğlu için. O çikolata Balbay’ın oğluna elden teslim ettiği ilk armağandı. Öyküsünü merak edenler için anlatıyor:

“O gün o çikolatayı nasıl aldığımı şimdi anlatmayayım. Cezaevindeyken oğluma hediyeleri hep dolaylı yollardan alırdım. Karım aracılığıyla onun neleri sevdiğini öğrenmeye çalışıyordum. Deniz okuldayken, eşim Gülşah bir hediye alıp getiriyor ve ona ‘Baban gönderdi’ diye veriyordu. Tahliyenin ikinci gününde bana ‘Baba hadi oyuncak almaya gidelim’ dedi. Kalkıp bir oyuncakçıya gittik, gece 21.30 falandı. Onun çok sevdiği bir oyuncağı beraber aldık.”

Peki bundan sonra ne yapacak çocuklarıyla ve daha da önemlisi, yaşadığı süreci nasıl anlatacak onlara? Kendisinden dinleyelim:
“Çocuklarla açık görüşlerde bir saat görüşüyorduk. Çıktıktan sonra Deniz baktı 3-4 saattir evdeyim; soran gözlerle baktı ve ‘Daha kalacaksın değil mi baba?’ dedi. Yağmur da dersini yaparken bile bizim yanımızda oturuyor. Onlarla birlikte sinemaya gideceğiz, birkaç film önerisi geldi. Birisi de Çağan Irmak’ın ‘Tamam mıyız’ filmi. Ben de ‘Hangisini Çağan Irmak yönetiyorsa ona gidelim’ dedim. En son Gani Müjde’nin Osmanlı Cumhuriyeti filmine gitmiştik. Çocuklara süreci nasıl anlatacağıma gelince... Yağmur’a başlangıçta hep onun izlediği çizgi filmler aracılığıyla anlatıyordum. İşte ‘İyi insanlar önce kaleye kapatılıyor, sonra kurtuluyorlar’, biraz daha büyüyünce Voltaire ile anlatmaya başladım. ‘O da ülkesini çok seviyordu, 4 kez tutuklandı, Paris’ten sürüldü’ diyerek aktarıyordum. Bundan sonra da tüm çıplaklığıyla anlatacağım yaşadığımız dönemi. Ama her seferinde ‘bir daha olmaması için’ diye vurgulayacağım.”

Maraton koşarken geriye bakılmaz, aslolan hızdır

Balbay üniversiteyi İzmir’de okudu. Birlikte mesai paylaşırken sık sık anlatırdı İzmir’i, haber arasında bir koşu tatlıcıya gidip dönmelerini, İzmir ruhunu. Tahliyeden sonraki ilk hafta sonu önce anne ve babasına, ardından İzmir’e koştu. Soruyoruz, “Üzerinize gelen yalnızlığın ardından, bu kez üzerinize gelen insanlar ne hissettirdi İzmir’de?” Soruya elindeki çizikleri göstererek yanıt veriyor Balbay:
“İzmir’de sadece ‘Balbay siz değerli İzmirlileri selamlıyor’ diye anons yapıldı. Bunun üzerine balkonlara çıkanlar, ağlayanlar, beni kucaklayanlar; tarifsiz bir duygu. Bakın bu elimdeki çizikler o gün oluştu. Mesela bir kadın terliğiyle, ev haliyle çıktı sarıldı, bir gelin damat arabalarından inip sarıldı. Hepsine binlerce kez teşekkür ediyorum.”

İzmir’e değinmişken... Milletvekili seçildikten sonra kendisinin ağzından sık sık duyduğumuz bir cümledir; “Siyaseti sevdim”. Bu çerçevede “Yeni CHP”ye ilişkin söyleyecekleri de vardı elbette. “Ben, kuruluş yıllarında olduğu gibi ‘yeniden CHP’ diyorum” diyerek sürdürüyor konuşmasını: “Ben Sayın Kılıçdaroğlu ile de 17 Aralık’ta görüştüm, kendisine çok açık bir şekilde ‘Benden ne istersiniz?’ diye sordum. O da  ‘Çalışmanızı isterim’  dedi. Şu anda başlıca hedefim, daha çok çalışmak... Bunun devamında samimiyetle söylüyorum; hiçbir noktasal hedefim yok. Ben maraton koşan biriyim. Maraton koşarken geriye bakılmaz. İkide bir kaç kilometre kaldığı da sorgulanmaz. Yalnızca dakikada kaç metre koşulduğuna bakılır. Aslolan mesafenin uzaklığı değil, sizin hızınızdır. Ben iyi bir siyaset koşucusu olacağım. Kalemimi de hem siyasal mücadelenin bir parçası hem de edebiyat akımlarının bir hizmetçisi olarak kullanacağım. Hapishane beni aynı zamanda oyun yazarı yaptı. İlk oyunum Yargıtatör illerde dolaşıyor. Kafamda
ikinci bir oyun var, 2014’te onu da yazacağım.” Demek ki haber değilmiş Balbay’ı tanıyanlar ya da dinleyenler bilir. Daha önce de birçok kez milletvekilliği teklifi almıştır. “Ben habercilik yaptım” derken merhum Ecevit’le anısını anlatıyor:
“1995’te Sayın Ecevit haber gönderdi, ‘Bir çay içelim’ dedi. Seçimlere az kalmıştı ve yine tartışmalı bir dönemdi. ‘Ya bana bir konuda demeç verecek ya da bir kararını açıklayacak’ diyerek gittim. Oturduk, ‘Yaş otuz beş, Sayın Balbay’ dedi. ‘Ankara temsilcisisiniz. Yeter artık biz sizi bu tarafta görmek istiyoruz’ dediğinde, ilk aklımdan geçen ‘Demek ki haber değilmiş’ oldu. Üzüldüğüm konu bu...

Örneğin ben bir askerden ya da diplomattan bilgi aldım; ‘iyi bir yazı konusu olur’ der, bir bölümünü çıkarırdım. ‘Diplomasi muhabirine veririm’ der, bir parça ayırırdım. Emin Çölaşan’la yaptığımız televizyon programında kullanmak için bir bölüm alırdım. Üstüne, konunun geçmişiyle ilgili bir kısım varsa onu da kitaba ayırırdım. Yani bir malzemeden dört-beş post çıkarırdım.”



Balbay esareti anlatıyor: Sekiz saniyede seni seviyorum 

Balbay esareti anlatıyor: Toprağa basmak reçeteyle 

 Balbay esareti anlatıyor: Paran yoksa nakil de olamazsın 

 Balbay esareti anlatıyor: Hastalık tanısı: Ergenekon

Balbay esareti anlatıyor: Duygularıma özgürlük tanıdım